18 Ağustos 2017 Cuma

Ehl-i sünnet ne demektir ve özellikleri nedir?

Ehl-i sünnet, dini literatürde Hz. Peygamber (asm) ve sahabeyi örnek kabul eden Müslüman toplumunun büyük bir kısmına (% 90) denir. Genelde kısaca "sünnilik" olarak bilinir. Bu grup sünnete bağlı olduğu ve cemaat ruhundan ayrılmadığı için "Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat" adıyla da anılır.

Ehl-i Sünnet itikadında olmanın alametleri

1. Îmânın altı şartına, yanî Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret hayatındaki hâllere, hayır ve şerrin, iyilik ve kötülüğün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığına inanmalıdır. (Bunlar "Âmentü"de bildirilmiştir.)

2. Allah Teâlâ'nın son kitabı olan Kuran-ı Kerîm'in, Allah Teâlâ'nın kelâmı olduğuna inanmalıdır.

3. Mümin, kendi imanından hiç şüphe etmemelidir.

4. Peygamberimize (asm) îmân edip, hayatta iken Onu görmekle şereflenen ashâb-ı kirâmın hepsini çok sevmelidir. Dört halifesine, yakın akrabaları olan Ehl-i beytine ve muhterem hanımlarından hiçbirine dil uzatmamalıdır.

5. Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına inanıp, tembellikle yapmayan müminleri kâfir bilmemelidir.

6. Ehl-i kıble olduklarını söyleyen, Allah Teâlâ'ya ve Peygamberi Muhammed aleyhissalatü vesselama inandım dediği halde, yanlış itikatta olanları tekfir etmemeli, kâfir olduklarını söylememelidir.

7. Peygamberimizin (asm) Mirac'ının, hem rûh ve hem de beden ile olduğuna inanmalıdır.

8. Cennette müminlerin Allah Teâlâ'yı göreceklerine inanmalıdır.
9. Kıyamet gününde, peygamberler ve sâlih kulların şefâat edeceklerine inanmalıdır.
10. Kabirde nimet ve azabın, rûh ve bedenle olacağına ve kabirdeki ruhların, diri kimselerin yaptıklarını ve söylediklerini işitebileceğine inanmalıdır.
11. Evliyaların kerameti hak olduğuna inanmalıdır.
12. Kuran-ı Kerîm okumanın, sadaka vermenin ve hatta bütün ibadetlerimizin sevaplarını, ölenlerin ruhlarına göndermenin, onlara fayda vereceğine, azaplarının hafifletileceğine veya kaldırılmasına sebep olacağına inanmalıdır.
Bugünkü ehli sünnet alimleri çoktur. Bazıları aşağıda verilmiştir.
1.Ebubekir Sifil
2. Nihat Hatipoğlu
3.Ömer Döngeloğlu
4. Şeraffeddin Kalay
5. Kemal Yıldız
6.Seraccedin Önlüer
7.Hakkı Mercan
8.Dilaver Selvi
9.Hakan Öner
10.Şemseddin Bektaşoğlu
11.Semerkand hocaları
12. Diyanet işleri hocaları

Ehlis sünnet hakkında ayrıntılı bilgi
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).


Sorularla İslamiyet Sitesinden Alntıdır.

11 Ağustos 2017 Cuma

İslam Şeriatında Kadının Hakları Nelerdir?

Şeriatta kadının pek çok hakları vardır. İslamiyet erkeğe olduğu gibi, kadına da haklar verir.
İslamiyet’in tek doğru din olduğunu aklî deliller ile ispat eden yazıyı okumak için: http://dostsozu.com/gercek-ve-dogru-din-nedir-hangisidir-dogru-din-hangisi-hangi-din-dogru-neden-islam-gercek-ve-dogru-dindir
Şeriat zerrelerden yıldızlara tüm kainatın sahibi olan Allah’ın kanunlarıdır.
Şeriatın ne demek olduğunu anlatan yazıyı okumak için:
http://dostsozu.com/seriat-nedir-ne-demektir

İslamiyet’in Kadına Verdiği Haklardan Bazıları


Nafaka Hakkı: Kadının barınma, yiyecek, giyecek, tedavi masraflarının karşılanması erkeğe aittir.
İnsanların en hayırlısı Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sav) Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştur: 
“Şunu bilin ki, sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
Sizin onlar üzerindeki haklarınız, yatağınızı yabancılardan korumaları, istemediğiniz kimseleri evinize almamalarıdır.
Onların sizin üzerinizdeki hakları ise, giyim kuşam ve yeme içme konularında kendilerine iyi imkânlar sağlamanızdır.” Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 3
Mehir Hakkı: Erkeğin evlenirken kıza vermesi gereken mal veya menfaate “mehir” denir. Kadın kendi arzusuyla bu hakkından vazgeçmedikçe erkek kadına mehir vermek zorundadır. Yoksa erkek günahkar olur. Kadın mehir olarak aldığı malı helal dairede olmak şartıyla istediği şekilde kullanabilir.
Eğitim Hakkı: Kadınlar eğitim alma hakkına sahiptirler. Kur’an ve hadis-i şeriflerde erkek ve kadının eğitim alması, ilim öğrenmesi teşvik edilmiştir. Müslümanlara dinimizi en çok öğreten sahabelerden biri Hazreti Ayşe olmuştur.
Çalışma, Ticaret Yapma, Şirket Kurma Hakkı: Kadınlar da erkekler de helal dairesinde olmak şartıyla çalışma hakkına sahiptirler. Kadınların çalışması yasaklanmamıştır.
“Allah’ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri (haset ederek) arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” Nisâ Suresi 32. Ayeti Meali
Hazreti Ömer halifeliği sırasında bir kadını denetim görevlisi olarak tayin etmiştir. Kadınlar da helal dairesinde çalışabilirler, ticaret yapabilirler, şirket kurabilirler.
Özel Mülk Edinme Hakkı: İslam’da kadınlar da erkekler de özel mülk edinebilirler.
Kanun Önünde Eşit Bir Şekilde Muamele Görme Hakkı: İslam’da Müslüman ile gayrimüslim kanun önünde eşit olarak yargılanır. Halife Hazreti Ali ile bir Yahudi mahkemeye çıkmışlardır. İslam’da kadın ve erkek mahkeme önünde eşit olarak ve adilce yargılanır.
Seçme ve Seçilme Hakkı: Dünyada kadınların ilk olarak oy kullanması İslam’da görülmüştür. Bu konu ile ilgili yazıyı okumak için:  http://mektebisuffa.com/dunyada-kadinlarin-oy-vermesi-islam-ile-basladi
İslam’da yer alan bey’at devlet yöneticilerini seçme veya yöneticilere bağlılık bildirme anlamındadır. Dört Halife döneminde devlet yöneticilerine beyât edilmiştir. Kadınlar da bey’at etme hakkına sahiptirler. Peygamber Efendimiz (Sav) zamanında özellikle dini hükümlere bağlılık ve Peygamber’e itaat anlamı taşıyan biat, Dört Halife döneminde devlet başkanını seçme veya seçilmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kullanılmıştır. Peygamber Efendimiz (Sav) kadınlardan da biat almıştır.
Kadının yönetici olması meselesi için Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvası:
“Bazı kaynaklarda kadının kamu görevi üstlenmesini sınırlandıran görüş ve hükümler yer almaktadır. Ancak bu görüş ve hükümler, nasların açık ifadelerinden kaynaklanmayıp, fakihlerin içinde bulundukları sosyokültürel ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak ulaştıkları sonuçlardır. Hz. Peygamber (asm) devrinden itibaren kadınlar, öğretmenlik, memurluk, doktorluk, hemşirelik, zabıta memurluğu gibi çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlardır. Nitekim Hz. Ömer, Medine pazarına Şifa b. Abdullah’ı denetim görevlisi olarak tayin etmiştir. Bu konuda, hemen bütün fakihler görüş birliği içindedirler. Bununla birlikte, hakimlik ve üst düzey yöneticilik yapmaları konusunda önemli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. İslâm hukukçularının çoğunluğu kadından hakim olmayacağı kanaatindedirler. Ancak bu görüş, açık bir nassa dayanmayıp, toplumun gelenek ve telakkilerinden kaynaklanmaktadır.”
“Hanefiler ve İbn Hazm, kadınların şahitlik yapabildiği dava türlerinde hakimlik de yapabileceği görüşündedirler. Taberî ve Hasan-ı Basrî gibi İslâm bilginleri ise, kadınların hakim olmasına hiçbir dinî engelin bulunmadığını kabul etmişlerdir. Bunlar da göstermektedir ki, klasik dönem İslâm bilginleri, kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikimlerinden hareketle, kadınların hakim olmalarıyla ilgili kanaatlerini ortaya koymuşlardır. Klasik fıkıh kaynaklarında, kadınların üst düzey kamu yöneticisi olamayacaklarına dair görüşler yer almaktadır. Bunlar da, yine fakihlerin kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikiminden kaynaklanmaktadır.”
“Hakimlik ve yöneticilik, toplumda önemli bir kamu görevi olduğundan, İslâm hakim ve yönetici olarak görevlendirilecek kişilerin, bu görevleri hakkıyla yürütebilecek niteliklere sahip olmaları üzerinde durmuş, cins, yaş veya renklere göre bir ayırım yapmamıştır. Hz. Peygamber ve sahabe döneminde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yargılar tamamen silinmemiş olduğu halde içtihat etmiş, hüküm ve fetva vermiş, bir nevi hakimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin kararlarını etkileyecek ölçüde siyasi faaliyetlerde bulunmuşlardır.”
“Ancak kadınların da sahip oldukları hak ve yetkilerin uygulamaya geçirilmesi ve kadınların sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri, tamamen sosyoekonomik ve kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir. İslâm bu konuda temel hak ve ilkeleri belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmı Müslüman toplumların kendi gelişim seyrine terkedilmiştir. Aynı şekilde klasik kaynaklarda, devlet başkanı olmanın şartları arasında erkek olmak zikredilmekte,
“Yönetimini kadına teslim eden bir toplum iflah olmaz.” (Buhârî, Megazî, 82; Tirmizî, Fiten, 75)
hadisi delil getirilmekte ve bu görüşü desteklemek amacıyla, devlet başkanının ordunun başında sefere çıkması, cuma hutbesini okuması ve namazı kıldırması gerektiği ileri sürülmektedir. Her kamu görevinde olduğu gibi devlet başkanlığı için de liyakat şart olduğundan, devlet başkanlığına getirilecek kişinin cinsiyetine değil, bu göreve layık olup olmadığına bakılır. Diğer taraftan, devlet başkanının ordunun başında sefere çıkması, cuma hutbesini okuması ve namazını bizzat kıldırması gerekmez. Bunların, görevlendireceği kişiler tarafından yaptırılması mümkündür.”
“Yönetimlerini kadına teslim eden bir toplum iflah olmaz.” anlamındaki hadise gelince, Hz. Peygamber bu sözüyle, başkanı bir kadın olan Sâsânî Devletinin kısa süre sonra yıkılacağını haber vermektedir. Nitekim bu devlet, kısa bir süre sonra yıkılmıştır.”
“Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’de, Sebe’ Melikesi Belkıs’tan bahsedilirken herhangi bir olumsuz ifadeye yer verilmemiş olması, tarihte ve günümüzde başında kadın olduğu halde güçlü bir şekilde varlığını devam ettiren ülkelerin bulunması, Hz. Peygamber’in bu sözününün genel hüküm içermediğini göstermektedir. Bu bakımdan İslâm’da kadının, kamu görevi yapmasını yasaklayan açık, kesin ve bağlayıcı bir nas yoktur. Bu itibarla, gerekli fıtrî donanımı haiz, liyakatli kadınların devlet başkanlığı da dahil, her türlü yönetimde görev almasında dinî açıdan bir sakınca yoktur.”
Evleneceği Eşi Seçme ve Nikah Akdini Bizzat Yapma Hakkı: 
Hanefi mezhebine göre büluğ çağına gelmiş kız veya erkek, velisinin rızası olmasa bile evlenme ve nikah akdini bizzat yapma hakkına sahiptir.  Ancak Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinin görüşüne göre velinin izni alınması gerekir. Yoksa nikah geçersiz olur.
Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebû Hanîfe’ye göre bulûğ çağına ulaşmış olan bir kızı hiçbir kimse zorla evlendiremez.
Peygamberimiz (Sav): “Açıkça izin alınmadan dul kadın, rızası anlaşılmadan bekâr kız evlendirilemez.” buyurmuş, “Onun rızası nasıl anlaşılır?” sorusuna da “sükûtu ile” cevabını vermiştir. (Buhârî, Nikâh, 40)
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (Sav) zamanında Hidame’nin kızı Hansa: “Babam itibarını arttırmak için beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi. Ben ise istemiyorum.” diyerek babasını şikayet eder. Peygamber Efendimiz de kızın babasını çağırtır ve evlenme yetkisini kıza verir. Bundan sonra ise Hz. Hansâ, Resulullaha şöyle der: “Yâ Resulallah! Ben babamın yaptığı bu nikâhı kabul ediyorum, ancak babaların, kızlarına evlilikte böyle yetkisinin olmadığını bildirmek istedim.” (Neseî, Nikâh: 36)
Kadının Cinsel Hakları: Karı koca, cinsel vazifelerini yapmaktan kaçınmamalıdırlar. Eğer koca, karısını gücü yettiği halde tatmin etmez ise kul hakkına girmiş olur. Koca, karısını cinsel yönden tatmin etmelidir. Sevişme, okşama olmadan cinsel ilişkiye girmek doğru değildir. Eğer erkek evlendikten sonra bir yıl içerisinde cinsel ilişki yapmaz ise karısı ondan boşanabilir. Kadın adet halinde iken kocasından ayrı bir yatak isteyebilir. Kadın adet halinde veya lohusalı iken kocası onunla cinsel ilişkiye giremez. Ayrıca kadına zarar veren ve pis davranış olan ters ilişki (anüsten yaklaşma) haramdır. Kocası karısından ters ilişki isteyemez. 
Kocası Tarafından Güzel Muamele Görme Hakkı: İnsanların en hayırlısı Peygamberimiz (Sav) şöyle buyurdu:
“Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır.” (Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)
Koca, karısını sudan bahaneler uydurarak dövemez, karısını aşağılayamaz. Koca, karısına iyi davranmalı, ona ikram etmeli, onu incitmemeli, onunla şakalaşmalı, onu eğlendirmelidir.
Kocasını veya Başkasını Şikayet Etme Hakkı: Kadınlar da erkekler de uğradıkları haksızlıkları ilgili kişilere şikayet edebilirler. 
Bu konuda Kur’an meali şöyledir:
“Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten) işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” Mücâdele Suresi 1. Ayeti Meali
Koca, eve bakmaktan vazgeçer ve parası olmasına rağmen cimri davranarak eve harcama yapmaz ise karısı kocasını şikayet edebilir.
Ani Baskınlarla Rahatsız Edilmeme Hakkı: Bir koca gereksiz şüpheler sonucunda eve aniden girip karısını rahatsız edemez. Gereksiz yere karısının ihanetinden şüphelenemez. 
 Süt Annesi Bulunan Çocuğunu Emzirmeme Hakkı: Kadının çocuğunun süt annesi var ise kadın, çocuğunu emzirmek zorunda olmaz.
Hizmetçi Tutma Hakkı: Eğer kadın bakıma muhtaç durumda ise ya da kadının sosyal seviyesi benzer olan kadınların hizmetçisi mevcut ise o durumlarda kadın kocasından hizmetçi isteme hakkına sahiptir. Örfe göre kadınların yapması gereken, yapmaz ise ayıplanan ev işleri mevcuttur. Kadın, yapmasa ayıplanmayacak ev işlerini yapmak zorunda değildir.
Kocasının Ailesinin Bulunmadığı Bir Evde Oturma Hakkı: Kadın, kocasının ailesi ile aynı evde oturmak istemez ise kocası onu kocasının ailesinin olmadığı bir evde oturtmak zorundadır. Zaten günümüzde de çoğunlukla karı koca müstakil bir evde otururlar. 
Anne Babasını Ziyaret Etme Hakkı: Kadın haftada bir kez anne babasını ziyaret etme hakkına sahiptir. Anne baba kafir olsa bile kadın anne babasını haftada bir kez ziyaret edebilir. 
Araba Kullanma Hakkı: Kadınlar da erkekler de helal dairede davranmak şartı ile araba kullanma hakkına sahiptirler. Kadınların  araba kullanamayacağına dair açık bir delil yoktur. Zaten araba son zamanlarda çıkmıştır. 

Mirasta kadın neden farklıdır?

Başta cahiliye dönemindeki Araplarda olmak üzere Çin, Roma, Japon hukukunda kadın mirastan tamamen mahrum bırakılmıştı.
Kızın, babasının malında hiçbir hakkı yoktu. Miras doğrudan doğruya erkek evlada geçer, kız çocuklarına hiçbir şey verilmezdi. İşin acı tarafı şu ki, bu batıl adet hâlâ ülkemizin bazı bölgelerinde yaşamaktadır.
Erkek çocuklar mirasla servet ve varlık içinde yüzerken, aynı babanın çocuğu olan kızlar fakruzaruret içinde çırpınmaktadır.
Birçok hayati meselelerde olduğu gibi, bunda da köklü değişiklikler yapan ve yenilikler getiren dinimiz asırlar boyu devam eden bu zulme son verdi. Mirası hakça taksim etti.
Nisa Sûresinin 11. ayeti tamamen miras taksimini anlatır. Baş kısmında ise, "Allah çocuklarınız hakkında erkeğe iki kadının hissesi kadar tavsiye eder." buyurulur.
Böylece açık bir şekilde bu yanlış tashih edilmiş oldu. Ancak bu meseledeki İslamın inkılabını tam anlayamayan bazı kişiler, kadına erkeğin yarısı kadar pay verilmesini dillerine dolayıp bununla İslamın kadının hakkını korumadığı yorumuna saplanırlar.
Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Mevzuya erkeğin ve kadının sosyal yapısı, ailedeki mesuliyeti, mükellefiyeti ve psikolojik faktörleri açısından bakılsa Kur'an'ın bu hükmünün tam bir adalet ve hakkaniyet üzere olduğu görülecektir.
İslamın çizdiği hayat prensibine göre, kızın çalışıp kazanma mecburiyeti yoktur. O tüketici durumundadır. Bu, ona layık görülen bir şefkat ve merhametin neticesidir. Kız, baba evinde bulunduğu müddetçe, ihtiyaçları babası ve onun yerindeki yakın erkek akrabaları tarafından karşılanır, gözetilir, himaye edilir. Evlendikten sonra da geçimi, nafakası ve ihtiyaçları kocasının üzerine geçer. Kadın, kendi malını, evin ihtiyaçları için harcamaya zorlanamaz.
Çünkü bir erkeğin özel mülkü olacağı gibi, kadının da pekala özel mülk edinme hakkı vardır. Ancak kadın gönül rızası ile bir zorlama olmadan, isterse, ortaklaşa harcamada bulunabilir. Buna göre, kadının hiçbir şeyi yokmuş gibi bakılır; yeme, içme, giyim kuşam ve benzeri bütün ihtiyaçlarını görmek kocasının sorumluluğu altındadır. Hatta erkek evine bakmaktan vazgeçer, yahut cimri davranarak servetine göre bir harcamada bulunmazsa, kadının kocasını şikayet etme hakkı vardır. Gider, İslam hukuku çerçevesinde hakkını arar.
Diğer taraftan kadın evlenirken erkekten mehir alır, bölgenin adetine göre pek çok hediyeye sahip olur. Erkek devamlı surette harcarken, kadının malı artarak devam eder, çoğalır..
Erkek evlendikten sonra üzerine aile yükü binecek, kendisinin, çoluk çocuğunun, hatta anne-babası ve muhtaç oldukları takdirde dinen bakmakla mükellef olduğu akrabalarının nafakalarını karşılamak durumunda kalacaktır.
Buna göre biri erkek, diğeri kız iki kardeşten erkeğin aldığı üçte iki miras bu şekilde devamlı surette harcanıp azalırken, kız kardeşinin aldığı üçte bir miras hakkı artarak korunabilmektedir. Şimdi gerçek manada erkek kardeşin mi serveti çoktur, yoksa kız kardeşin mi? Erkeğe mi imtiyaz tanınmış, yoksa kadına mı?
Öyle ki, babasından kalan mirasla geçinemeyecek hâlde bulunan bekar veya dul kız kardeşe, erkek kardeşin yardım etme, zaruri ihtiyaçlarını karşılama mecburiyeti vardır.
Demek ki, İslam her iki cinsin mükellefiyetine ve ihtiyacına göre hakça bir taksimi uygun görmüş, hakkaniyet prensibini muhafaza etmiştir. Erkeğe iki, kadına bir ölçüsü, sadece bir emek sarf etmeden ele geçen miras hukukundadır. Emek sarf edilip kazanılan mala gelince; kadın ve erkek ticaret, tarım, sanayi ve benzeri hangi iş kolunda çalışırsa çalışsın, ücretlerde eşit miktarda alırlar. Aynı şirkete ortak olan kadın-erkek hisselerine göre eşit miktarda kar nispetini hak ederler. Yani ne erkek fazla alır, ne de kadın eksik...
Bediüzzaman Said Nursi bu konunun açıklamasına "Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadına sülüs [üçte bir] verdiği için ayeti tenkit eder." Cümlesiyle başlar ve sosyal hayatta hükümlerin çoğunun eksere göre; olduğu tespitini yaparak şöyle der:
"Ekseriyet itibariyle bir kadın kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona [kendisine] yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye [aile ocağı kurmaya] mecbur olur. İşte bu surette bir kadın pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüç ettiği [evlendiği] kadının idaresine [geçimine] verecek; kız kardeşine müsavi gelir. İşte adalet-i Kur'aniye böyle iktiza eder. Böyle hükmetmiştir."
Meseleye psikolojik açıdan bakıldığı zaman da bu miras taksiminde tam bir hakkaniyet gözetildiği görülür. Şöyle ki, kız çocuğu evlenip çoluk çocuğa karışıp evi barkı ayrı olsa da yine anne-babasının ve erkek kardeşlerinin merhametine, şefkatine ve bir derece himayelerine muhtaçtır. Bundan dolayı akrabalık bağlarının zedelenmemesi için birbirlerine karşı olan sevgi ve muhabbette de bir eksiklik olmamalıdır.
Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi, "O zaife kız pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'an'a [Kur'an'ın hükmüne] göre o kız pederinden endişesiz bir şefkat görür."
Miras taksiminde kızın alacağı payı düşünen baba daha ölmeden önce ona olan şefkatinden bir eksilme olmaz ve kızına, "servetinin yarısının yabancıların ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk" nazarıyla bakmaz, o şefkate endişe ve hiddet karışmaz.
Erkek kardeş için de durum aynıdır. Kız, erkek kardeşinden bir hisse az almakla, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himaye görür. Kardeşi ona, hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip nazarıyla bakmaz..."(Sözler, s. 381)
İşte daha bunlara benzer pek çok hikmetten dolayı İslam hukuku mirasta kadına erkeğe nispetle bir hisse eksik takdir etmiştir.

İslamda neden 4 kadınla evlilik var?


Dört kadınla evlenme konusu üzerine yapılan araştırmalar ve Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili olan Nisa suresinin 3. ayeti ile ilgili yorumlar, İslâm’da çok eşliliğin ne emir ne de tavsiye olduğunu söylüyor. Bu sadece zorunlu şartlar altında tanınan bir ruhsattır. Açıklamak gerekirse; Nisa suresinin 3. ayeti şöyledir: “Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdir de) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır”.

Yani
Dört kadınla evlilik farz veya vacip değildir. Yani bir emir değildir.

Cahiliye döneminde sınırsız kadınla evlenilebiliyordu. İslamiyet gelmeden önce Arap Yarımadasında erkekler, sayı sınırı olmaksızın, istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. İşte Kur'an-ı Kerim bu cahiliye âdetine bir sınırlama getirdi; en fazla dörde kadar evlenebileceğini açıkladı. Fakat Allah tek eşliliği tavsiye etmektedir

Cenab-ı Hak,

“... Eğer hanımlarınız arasında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, sadece bir tane ile yetinin...” (Nisa, 4/3)

buyurdu. Yani tavsiye edilen tek eşililik. Buna göre, birden fazla evliliği Kur'an tesis etmedi. Ancak daha önce sınırsız olan adedi sınırlandırdı.

Bu durumda kadınlar arasında adaletin şart olduğu açıklanırken, ruhi temayüllerde eşit davranmanın pek mümkün olmadığına dikkati çekilmiştir:

“Ne kadar isteseniz kadınlar arasında adaletli davramaya güç yetiremezsiniz.” (Nisa, 4/129) ayei ile açıkladı

Bu ayetle de İslam’da tek eşliliğin esas olduğu, birden fazla kadınla evlenmenin istisnai olduğu ortaya çıkmaktadır.

Mesela Giylan ismindeki sahabi Müslüman olduğu zaman on hanımla evli idi. İslamiyeti kabul ettiğinde dörtten fazlasını boşadı. İslamiyet her ne kadar birçok kadınla evlenmeye müsaade etmişse de, bir tek kadınla evlenmeyi esas olarak kabul etmiştir. Birden fazlasına müsaade “ahlaki ve sosyal zaruretler” haline tahsis edilmiştir.

Tarihin her devrinde milletler arasında ortaya çıkan kanlı savaşların acımasız tesiriyle erkek nüfusu azalıp, kadın nüfusu bir kaç misli artar. Böyle bir durumda bir erkeğin bir kaç kadını koruması bir vazife olur. Türkiye, Birinci Dünya, Almanya da İkinci Dünya Savaşından sonra bunu yaşamıştır. Almanya 2.Dünya savaşından sonra islamın 4. Evlilik ruhsatını kanunlarına koymaya çalışmıştır




Erkeğe dört kadınla evli olma hakkı verilmesinin açıklamaları ve nedenleri

1- Erkek dörtten daha fazla sayıda kadınla aynı anda evli olamaz. Bu konuda erkeğe sınır getirilmiştir.

2- Dört kadınla evlilik farz veya vacip değildir. Yani bir emir değildir.

3- Nikah akdi yapılırken kadın evleneceği erkeğin başka bir kadınla evlenmemesi şartını koşma hakkına sahiptir.

4- Birden fazla kadınla evli olan erkeğin sorumluluğu artar. Kadınların hepsine adilce davranmak kolay değildir. Dört kadınla evli olmak günah değildir ancak kadınlara karşı güç yettiği halde adil olmamak, kadınlara haklarını vermemek haramdır. Birden fazla kadınla evli olan bir erkek sık sık kul hakkına girerek cehenneme gidebilir.

İnsanların en hayırlısı Hazreti Muhammed (Sav) şöyle buyurdu:

“İki karısı olup, birini diğerine tercih ederek, birini bırakıp diğerine büsbütün meyleden kimse kıyamet günü vücudunun düşük bir tarafını çekerek veya bir tarafı felçli olarak mahşere gelir.” Ahmed bin Hanbel

Görüldüğü gibi bir Müslüman erkek için emniyetli yol tek kadınla evli olmaktır.

5-  İslam tek bir topluma, tek bir zamana hitap etmez. İslam evrensel bir dindir. Savaş durumlarında ülkelerde kadınların sayısı erkeklerin sayısından çok yüksek olabilmektedir. Kadınların muhafaza edilmesi, tecavüze uğramalarının önlenmesi, geçimlerinin sağlanması ve zinadan kaçınılması için erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi bir zaruret haline gelebilir. Zaten tarihte bu gibi durumlarda kadınların ülke yöneticilerinden erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesini talep ettikleri görülmüştür.

6- Evlilikteki en önemli gayelerden biri neslin devamının sağlanmasıdır. Kadınların hamilelik dönemi belli bir müddet sonra sona erer. Erkek yaşlandığı zaman çocuk sahibi olmak istediğinde karısı bunu yapamayacağı için erkek gayrimeşru yolları denemeye çalışabilir. Zinanın önüne geçilmesi için erkeklere birden fazla kadınla evli olma konusunda ruhsat verilmiştir.

7- Erkekler altmış, yetmiş yaşlarında bile cinsel olarak tahrik olabilirler. Kadınların ise bir süre sonra cinsel kudreti zayıflar. Bu nedenle bazı erkeklerin zinaya düşme tehlikesi olabilir. Ayrıca kadınlar erkekler kadar kolay tahrik olmadıkları için cinsel ilişkiye erkeklerden daha az ihtiyaç duyarlar. Kadınların adet günleri vardır ve bu zamanlarda karı koca cinsel ilişkiye giremez. Kocanın bu durumda zinaya düşme tehlikesi olabileceği için de erkeğe birden fazla kadınla evli olma hakkı verilmiştir.

8- Kadının kısır, cinsel ilişkiye giremeyecek derecede hasta veya engelli olması sebebiyle kocası karısından boşanmak isteyebilir veya kocası karısını aldatmaya çalışabilir. Ancak erkek bir başka kadın ile de evlenirse diğer karısından boşanmak zorunda kalmaz ve diğer karısı ile de evliliğini sürdürebilir ve o kadının zor durumda kalması da önlenmiş olunur.

9- Birden fazla kadınla evliliğe izin verilmesi bekar olup cinsel ilişkiye giremeyecek kadar hasta, engelli olan veya kısır olan bir kadın için rahmettir çünkü bu durumdaki kadın da evlenebilir ve kocası tarafından himaye edilebilir.

10- Birden fazla kadınla evliliğe itiraz eden Avrupa’da zinaların, fahişelerin sayısının yüksekliği de gösterir ki; İslam’da birden fazla kadınla evliliğe izin verilmesi insan fıtratına uygun bir hükümdür.

TARİHTE ÇOK EVLİLİK

Eski Mısır Hukuku: Koca bazı şartlar altında birden fazla kadınla evlenebilirdi.

Babil Hukuku: Hamurabi kanunlarına göre, zevce çocuk doğurmazsa veya ağır bir hastalığa tutulursa, koca odalık alabilirdi.

Çin Hukuku: Kocanın serveti müsait olursa, ikinci derecede zevceler alabilirdi. Şu kadarki, bu kadından doğacak çocuklar, birinci ve asıl zevcenin çocukları sayılırdı.

Eski Brehmenler: Vichnou kitabına göre, erkekler bulundukları sınıflara göre bir, iki, üç veya daha fazla kadınla evlenebilirdi. Apastamba kitabında ise, bu konuda tahdit vardı, kadın vazifelerini hakkıyla yerine getirebiliyor ve erkek çocuğu da oluyorsa, koca ikinci bir kadınla evlenemezdi. Manu düsturlarında, bir adam, ilk zevcesini kendi toplumsal seviyesinde seçmesi lazımdı, ikinci zevcesini, daha alt tabakalardan alabilirdi.

Eski İran: Çok evlilik kabul edilmişti.

Roma Hukuku : Odalık almak, kanuni nikah olmaksızın yaşamak vardı.

Kitab-ı Mukaddes : Eski Ahid'de Davud (as)'ın bir çok kadınla evlendiği zikredilir. Eski Ahid'de çok evlilikten bahseden başka yerler de vardır. Müsevilite de çok evlilik vardı.

Yeni Ahid'de (İncil), birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir madde yoktur. Ancak tek zevce ile yetinmenin iyi olacağına dair tavsiyeler vardır.

Birden fazla evlenme, Hristiyanlık aleminde XVI. asra kadar normaldi.

İslam'dan önceki Arabistan: Çok evlilik konusunda hiç bir tahdit ve sınır yoktu. Erkek istediği kadar kadınla evlenebildiği gibi, aralarında zevce değişimi bile olurdu.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

İslam'da niçin mezhepler var?


Mezhepin sözlük anlamı “gidilen yol, tutulan yol”dur. Mezhepin derleyicisine müctehid , mezhep olarak ortaya çıkardıkları görüşlere ictihad denir. Müctehid olmak kolay bir iş değildir. Kuranı ezbere bilmek ve hadis hafızı olmak ayrıca mantık kıyas gibi ilimleri bilmeyi gerektirir. Örneğin Hanefi mezhebinin derleyicisi İmamı Azam Kuranın 6666 ayetini ezbere mealen ve Arapça olarak bilirdi. Ayrıca 500.000 hadisi ezbere bilirdi. Yani ictihad yapmak için bu kadar bilgiye ihtiyaç var . Müslümanların büyük çoğunluğu, dinin aslî kaynakları olan 6666 ayetlik Kuran-ı Kerim ayetleri ve 1 milyon hadisten hüküm çıkarmaya güç yetiremediği için, “bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz” mealindeki ayet-i kerimenin emrine uyarak dinlerini bu kâmil âlimlerden öğrenmişlerdir. Mezhep denildiği zaman İmâm-ı Âzamın kendi çıkardığı bir yol değil, İmâm-ı Âzamın ilim silsilesiyle Abdullah b. Mesud’dan ve onunda Resûl-i Ekrem'den [sallallahu aleyhi vesellem] öğrendikleri yol olduğunu biliyorlardı.

     Peki, çok hadis bilmek veya elimizin altında ciltler dolusu hadis kitabı bulundurmak ictihad etmeye yeterli midir? Hadisleri bize en çok rivayet eden sahabi kimdir? Ebû Hureyre (r.a). Ondan bize gelen hadis sayısı 5300’den fazladır. İslâm hukuk tarihine baktığımızda Ebû Hureyre (r.a), bu kadar hadisi ezbere bilmesine rağmen fakih sahabiler arasında olmadığını, aksine karşılaştığı meseleler hakkında bildiği hadislerdeki muradın ve uygulamanın nasıl olacağını Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sâbit ve annelerimizden Hz. Âişe’ye (r.anha) sorduğunu görürüz. İşte sahabenin büyüklerinden Ebû Hüreyre (r.a) bile, “Çok hadis biliyorum, öyleyse çok ictihad ederim” dememiştir.

Mezhepler rahmettir Zira peygamber efendimiz , “Ümmetimin arasında bulunan görüş ayrılıkları bir rahmettir.”  [Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/271 ] hadis-i şerifi ile buna işaret buyurmuştur. Örneğin Hanefi mezhebinde vucudan kan akması abdesti bozar. Şafi mezhebinde ise karşı cinse dokunmak abdesti bozar. Bunun çıkış sebebi şudur: Bir gün peygamber efendimizin alnından kan gelmiş eşi bu kanı silmiş. Peygamber efendimiz de abdestim bozuldu deyip yeniden abdest almış. O zaman çevresindeki sahabeler neden abdest aldığını sormamışlar. Peygamber efendimizin vefatından çok sonra bu mesele görüş ayrılıklarına sebep olmuş. Ebu Hanefi bu olayda abdest bozulmasını kan akmasına bağlamış, İmam Şafi ise peygamber efendimize kadın dokundu diye abdestinin bozulduğunu yorumlamış. Eğer her hem kan akması hem karşı cinse dokunmak abdest bozsaydı büyük zorluk olacaktı. Bu bir rahmettir.


        Mezhepler birden bire kurulmuş kurumlar değildir. Mezhepler, imamlarının kendilerinden önceki üstatlarından devraldıkları usul yolunu devam ettiren kimselere nisbet edilen isimlerden başkası değildir. Dolayısıyla Hanefî mezhebi dendiği zaman İmâm-ı Âzam’ın mezhebini anlamaktan ziyade İmâm-ı Âzam ve onun yolunu takip ettiği tâbiîn ve sahabenin mezhebini anlamak gerekir. Çünkü hiçbir müctehid, tâbiîn ve sahabe yolunu asla terk etmemiş, aksine istikametini ve mezhebinin usullerini, izinden gittiği sahâbe-i kirâmın usullerine dayandırmıştır. Zira onlar, hakkında Kur’an ve Sünnette nas olan meselelerde naslardan asla ayrılmamışlar, hakkında nass bulunmayan meselelerde de sahabe ve tâbiîn ictihad usullerine dayanarak, kendilerinden ilim aldıkları hocalarının usûl-i fıkıh metodundan ilerleyerek amel etmişler, ictihadda bulunmuşlardır.



Günümüzde ortaya atılan mezhepsizlik dini bozmaya çalışılan bir harakettir ama Allah Teâlâ ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz o zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr 15/9)
Yani dini bozamazlar. Daha geniş bilgi için



8 Temmuz 2017 Cumartesi

Annemin dedesi Allah’ın varlığının kanıtıdır çünkü alimler ve şehitler Allah’ın varlığının kanıtıdır.


Annemin dedesi Muhammed Said İslam alimi imiş. Medreselerde ders vermiş.Pek çok islam alimi yetiştirmiş. Vefattından uzun yıllar sonra mezarı yol yapımı için taşınmak istenmiş ve yetkililer mezarın taşınması için oğullarını ve diğer aile efratlarını çağırmış. Mezar açıldığında şok olmuşlar çünkü aradan uzun yıllar geçmesine rağmen cesedi çürümediği gibi tırnakları ve sakalı uzamış bir halde imiş. Ben onun bu halini onun Allah’ın kanıtı olarak görüyorum . Çünkü iki hadis onun bu halini açıklıyor bu hadisler şunlar.

 Evs b. Evs’in bildirdiğine göre peygamberimiz(a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Allah peygamberlerin cesetlerini toprağa haram kılmıştır”(Ebu Davud, salat, 207, Nesaî, Cuma, 5).



"Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." (bk. Razi, Tefsir, VIII/302; Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64)



Annemin dedesi İslam alimi olduğu için peygamberler gibi olmuş ve cesedi çürümemiş . Onun bu hali hadislerin doğru olduğu dolayısıyla peygamber efendimizin doğru söylediğinin kanıtı peygamber efendimiz her dediği doğru getirdiği Kuran Allah varlığının kanıtı.


İslamda kadını dövme olayının çarptrılması


Sözlerin en doğrusu Kuran-ı Kerim’dir ve İnsanların en doğru sözlüsü ise Hz.Muhammed (s.a.v.) dir (ammena ve saddakna).

Bu yüzden gerçeklerin doğruların ortaya çıkması için Kuran-ı Kerimin mealini de Kuran-ı Kerime göre yapılması gerektiğine inanıyorum. 

Kadın dövme konusunda izinmiş gibi gösterilen darabe kelimesini kurandan araştrdık.

İslam en çok eleştiri getirilen eş dövmeye izin meali sayılan darabe kelimesinin  geçtiği 4.Nisa Süresi 34. Ayete  Diyanet veya diğer meallerde mealen şöyle geçiyor  .” Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah'ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da "gayb"ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür.

Burada dövün kelimesinin altını çizdim.  Gerçekten  dövün diye tercüme edebilirmiyiz diye  diye  Kuradan http://kuran.diyanet.gov.tr adresindeki arama bölümünden yaralanarak araştırma yaptım. Darabe (ضَرَبُ , واضرب) kelimesi Kuran-ı kerimde tam 24 ayette kullanılmış. Yani Nisa süresi 34.ayetten başka 23 ayette daha kullanılmıştır. Sadece Nisa süresinde dövmek manasında kullanılmıştır.  4 farklı mealden elde edilen sonuca göre 44 adet mana bulunmuştur. Ve bunların sadece birinde vurmak manası vardır. Bu manalar aşağıda verilmiştir.

[Adım atmak, Benzetmek,Damga vurmak, Darbe indirmek, Dolaşmak(gezmek),Emsal anlatmak,Örnek vermek,Fırlatmak,Kapatmak,Uyutmak,İsnat Etmek,Kapatmak, Uyutmak, Karşı çıkmak, Kıyas etmek, Temsil yapmak, Layık görmek, Mesel olarak , Ortaya çıkmak, Mesele darb etmek, Mesele fırlatmak, Mesele yapmak, Mesele yapmak, Misal getirmek, Misal göstermek, Misal olarak anlatmak, Misal olarak ermek,

Misal olarak zikretmek, Misal vermek, Misale yer vermek, Örnek Getirmek, Örnek Göstermek, Oturmak, Perde Koymak, Uykuya daldırmak(ilişkiyi dondurmak dondurmak), Seyahat etmek, Tartışmak, Temsil getirmek , Temsil yapmak, Vurmak

Yakıştırmada bulunmak, Yolculuk etmek, Zillet altında kalmak, Zillet damgası vurmak, Zillet kaplamak.]

Nisa 34. Ayetten başka sadece 1 ayette darabe kelimesi vurmak manasında kullanılmıştır. O da enfal süresi 12. Ayettedir. Bu ayetteki “vurmak” kelimesi meleklere emir olduğu için baskı yapmak manasında olduğunu söyleyen hocalarımız vardır. Kuran ve Ders sitesinde bu konu açıklanmıştır.

Şimdi en önemli sorun şudur: niçin Kehf süresinde kullanıldığı manada kullanılmıyor. Kehf süresindeki manayı kullanmak çok anlamlı geliyor . Çünkü kehf süresinde gençler zamanın ahlak bozukluğundan mağaraya çekilip uyumuşlardı bir nevi toplumla ilişkilerini dondurmuşlardı . Eğer Nisa 34. Ayette bu mana kullarılrsa onarlı dövün yerine onlarla ilişkinizi uyutun ya da dondurun manası verilir ki bu ilişkinin doğru yolu bulması dövmekten daha iyi bir çözüm olacağı açıktır. Çalışma ile ilgili dosya indirilebilir.  Tıklayınız.

İslam insanın insana şiddet uygulamasını men ediyor . Bu açıdan bakıldığında kadına  vurulmasını  hiç istemez. Sonuçta peygamber efendimiz hiçbir hanımını dövmemiştir. Eğer dövme olayı olsaydı Hz. Aişe'ye iftira atıldığında Hz. Aişe'yi döverdi. Halbuki Hz. Aişe ile ilişkisin dondurmuştur. O sırala Hz. Aişe babasının evinde kalıyordu. Peygamber efendimiz hergün gelerek hatırını soruyordu. Bu yüzden Kehf suresindeki gibi darabe kelimesini dondurmak uyutmak manasında kullanmak daha doğru.

Hz.Aişe’nin Evlilik Yaşı kaçtır?


Dinsizler peygamber efendimizin Hz. Aişe ile 9 yaşında evlendiğini öne sürüp bunu sapıklık olarak gösterip peygamberimize hakaret ediyorlar. Bu yüzden bu konuyu araştırdım. Hz. Aişe’nin evlendiğinde 18 yaşında olduğunu üç kantıa dayanarak  gördüm.

1.Hz. Esma Hz Aişe’nin 10 yaş büyük ablasıdır. Onun biyografisinden Hz. Aişe’nin evlilik yaşı çıkıyor. Hicretin 73. Senesinde 100 yaşında iken Hz. Esma vefat etmiştir. Yani hicrette 27 yaşındadır. Peygamber efendimiz Hz. Aişe ile Hicretin 8.ayında evlenmiştir. Bu yüzden hz.Aişe peygamberimizle evlendiğinde 18 yaşındadır.

2. Hz. Aişe validemiz yıllar sonra Mekke’nin ilk dönemlerinde inen bir sure olan, Kıyamet Suresi’nin iniş zamanı sorulduğu zaman: “Ben Mekke’de sokaklarda oynayan bir çocuk iken Kıyamet saatinin dehşetini anlatan şu ayetler (Kamer Sûresi, 54/46) nazil oldu.” diye cevap vermesi, onun yaşını tespit etmek açısından önemli bir işarettir. Bu sure nübüvvetin 3. veya 4. yılında nazil olduğuna göre, Hz. Aişe validemizin oyun oynayacak ve bu sureyi aklında tutacak bir yaşta olması gerektiği de dikkate alınırsa; o günlerde en az 6–7 yaşlarında olması gerekecektir. Hz. Aişe’nin Efendimiz (sav) ile evliliği nübüvvetin 13. yılında gerçekleşmiştir. Buna göre demek ki bu evlilik Kamer Suresi’nin nâzil olmasından yaklaşık 10 yıl sonra olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Durum böyle olunca da  Hz. Aişe validemizin evlendiği zaman yaşının en az 17 ya da 18 olduğu anlaşılır.Nübüvetin 13 yılı hicretin 8 .ayı ile örtüşmektedir.

3.Cahiliye devrinde Araplar kızları adet gördüğünde tören yapar ve kızlarının yaşlarını bu yaştan itibaren sayarlardı . Bu yüzden Hz. Aişe’nin 9 yaşında evlendiği iddiasını, “9 yıldır ay hali görüyordu” şeklinde anlamak gerekir. 9 yıldır ay hali görmesi ve bir 9 yılda çocukluk dönemini dikkate alınca, Hz. Aişe validemiz evlendiğinde 18 yaşlarında bir genç kız olduğu anlaşılır.

kaynak: http://www.webbilge.net/hz-aise-annemizin-evlilik-yasi-kactir/#ixzz4mFrHSS6L

Sonuç olarak peygamber efendimiz Hz.Aişe ile ruhsal ve bedensel olgunluğa eriştiği bir yaşta evlenmiştir.

ALLAH GÜZEL İSİMLERİ(ESMAÜL HÜSNA) VE KAİNAT VE KORONA VİRÜSÜNÜN HAYIRLI TARAFLARI

Kuranı kerimde Bakara 180 de"En güzel isimler Allah’ındır; bu güzel isimlerle O’na dua edin, O’nun isimleri hakkında doğru inançtan sap...